Tarihsel açıdan önemli bir süreçten geçiyoruz…
Bu ülkenin ve geçmişinin elde ettiği her başarı dönemlerinde, her yeni devlet kurulduğunda bu millet kendisini anlayan liderlerinin arkasından yürümüştü.
Metehan…
Alparslan…
Selahattin Eyyubi…
Osman Bey…
Fatih Sultan Mehmed…
Kanuni Sultan Süleyman…
Yavuz Sultan Selim
Abdülhamid Han
Ve Mustafa Kemal Atatürk…
Hepsinin elinde aynı meşale vardı.
Osmanlı döneminden sonra köhneleşmiş devlet yapısı ile yürünemeyince, Mustafa Kemal önderliğinde büyük bir devletin temelleri atıldı.
Ulu Önder; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temellerini atarken, ülkenin geçmişini ve tarihini ötekileştirmemiş, Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin torunları olduğu gerçeğinden hareket etmişti.
Bu yüzden Osmanlı’nın borçlarını ödeyen ve yeni döneme sosyal, siyasal ve ekonomik anlamda hazırlanan bir yönetim ve mantık işleyişini benimsemişti.
Atatürk; gerçek bir milliyetçiydi. Devlet nedir, devletçilik nedir, millilik nedir iyi bilirdi.
Bizim tarihimizle sabittir ki; devlet ne zaman ki milletini dinlemiş, milletçi ve milliyetçi bir anlayışı benimsemişse bununla çok büyük bir güç elde ettiğini biliyoruz.
Atatürk sonrasındaki süreç ise akıl almaz derecede sorunlar yumağı halinde ilerlemiş…
Daha doğrusu Ulu Önder’in unutulduğu, ilkelerinden uzaklaşıldığı dönemlerde Türkiye hep bocalamış. Ancak Atatürk öylesine etkin bir şekilde bu ülkenin kodlarını sisteme girmiş ki; geçen on yıllar boyunca ne zaman devlet ve millet dara düşse, hep birbirine sarılarak, yani DEVLET VE MİLLET BİRLİKTELİĞİ ile bu sıkıntıların üstesinden gelmiş.
Ve elbette bunu yaparken de hep bir liderin, önder olarak görebileceği bir kişinin arkasından gitmiş.
O kişiye güvenmiş…
“O söylediyse doğrudur ve güvenilir” diyerek samimiyetle arkasından yürümüş…
Mesela Allah rahmet etsin, Mustafa Kemal Atatürk sonrasında ve İsmet İnönü’nün “Seni ben bile kurtaramam” diyerek aba altından sopayı gösterdiği Adnan Menderes böyle bir liderdi…
Sonra 80 darbesinin yaşandığı dönemlerde Turgut Özal…
Aradaki boşlukları iyi değerlendiren ve tek başına iktidar olamasalar da potansiyel anlamda güçlü duruş gösteren Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ve elbette Milli Görüş Hareketinin doğal lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan hocamız…
Ve en nihayetinde 2000’li yılların başlarında Türk siyasetine damga vuran Recep Tayyip Erdoğan…
Erdoğan’ı diğerlerinden ayıran belli başlı özellikler vardı. O her şeyiyle bu ülkeye aitti ve hocası da merhum Erbakan’dı. Bunun avantajlarını sonuna kadar kullandı.
Milli Görüş öylesine bir hareketti ki; her ne kadar Fazilet Partisi döneminde yapılan genel kurulda Abdullah Gül kurultayı Recai Kutan’a karşı kaybetse de o dönemde yakılan gençlik ateşi Erdoğan’ın liderliğinde kurulan AK Parti ile Türkiye Meşalesine dönmüştü.
Ve bu meşale artık sadece ülkemizi değil, aynı zamanda coğrafyamızı ve aslında Türk ve İslam ülkelerinin tamamını aydınlatmaya başladı…
Zaten Erdoğan’ın 14-28 Mayıs seçimlerinde yeniden seçilmesinin önüne geçilmek istenmesinin, Türkiye düşmanlarının ve yerli görünümlü iş birlikçilerinin bu kadar fazla ülkemizin üzerine gelmesinin başka bir anlamı olamazdı…
Onların korkusu buydu…
- Çünkü geçmişte Devrim otomobiline engel olabildiler, ancak bu kez devrin otomobili TOGG’a set çekemediler…
- Yıllarca bizi enerji krizleri üzerinden yönetmeye ve müdahaleye açık hale getirmeye alıştılar, buna karşılık Türkiye artık kendi doğal gazını, kendi petrolünü bulup çıkartan bir ülke haline geldi…
- Kötü komşu insanı ev sahibi yaparmış… İsrail canı istediğinde vermediği insansız hava araçlarına boyun eğmeden bugün dünyanın en büyük ve en hızlı gelişen İHA ve SİHA’larını üretir olduk…
- F-35 muhabbetleri ile kendimizi savunmamızın önüne geçmenin derdine düştüler, fakat bu kez karşılarına, KIZILELMA ile, HÜRKUŞ ile çıktık…
Yani Türkiye düşmanları satranç masasında hangi taşı ileri sürdüyse karşılığını aynı şekilde gördü. Kim bu ülkeye kendince bir tepki göstermek istediyse aynı ve hatta misliyle karşılık verildi. Çünkü bu ülke fabrika ayarlarına dönmüş durumda…
Bugün Recep Tayyip Erdoğan ile;
Hem bir taraftan Atatürk’ün hayali olan ve “İstikbal göklerdedir” sözü ile atıfta bulunduğu kutlu bir askeri güç etkinliğine ulaşırken, diğer taraftan da yine Ulu Önder’in ticari kabiliyeti olan demir ağlarla sadece yurdu değil, bütün Kafkasya’yı ve hatta Çin’e kadar gidecek şekilde örmeye başlandı…
Türkiye’nin güçlü olması bölgesel barış için de gerekliydi.
Yine Atatürk’ten bir örnek verelim…
Ne demişti Ulu Önder; “Yurtta sulh, cihanda sulh”…
Fakat günümüzün romantikleri bu sözü güçsüz bir Türkiye hayali ve sadece “iyi geçinelim” şeklinde anlarken, tarihten de ne kadar bihaber olduklarını ortaya koyuyorlardı. Unutulmasın ki; Gazi bu cümleyi kurarken bir taraftan Balkan paktını, diğer yandan Sadabat paktını kuruyordu.
Bu paktlar bölgesel güç olduğumuzun deklarasyonudur.
Ve demektir ki; “Benim olduğum yerde kimse gereksiz çatışma içine giremez”…
İşte Türkiye, Erdoğan liderliğinde geride kalan 21 yıllık dönemde böylesine bölgesel bir güç haline geldi…
Bugün Balkanlar’da, Türkler var…
Kafkasya’da Türkler var…
Afrika’da Türkler var…
Orta Doğu’da Türkler var…
Terör bu ülkeyi rahatsız edemiyor. Çünkü karşılarında yerli ve milli teknoloji ile donatılan Türk askeri var…
Bütün bunlara bakıldığında 28 Mayıs seçimleri öylesine büyük bir önemi sahipti ki…
Başta söylediğimiz gibi: Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, bu ülkenin kodlarını çok isabetli şekilde girmiş. Ve hiçbir şekilde bozulma imkanı yok…
Farkında mısınız; Türkiye, Atatürk’ü ve ideallerini bugünlerde yeniden hatırlamaya başladı.
Son olarak geçtiğimiz gün sandıktan öyle basit bir sonuç çıkmadı. Netice tam anlamıyla milletin devletini sahiplenmesiydi…
Tıpkı 2001 krizinin yaşandığı dönemlerde Erdoğan’a ve arkadaşlarına sarıldığı …
Tıpkı yargı eli ile yapılmak istenen 17-25 Aralık darbe girişimindeki sahiplenildiği…
Tıpkı 15 Temmuz gecesi postallara karşı toplumsal direnişin ateşinin yakıldığı gibi bir sonuç çıktı.
Millet; liderine ve onun şahsında aslında DEVLETİNE sahip çıktı.
Ve bu millet var oldukça devletimiz de inşallah ebet müddet var olmaya devam edecektir…
Selam, saygı ve dua ile
Kalın sağlıcakla…